Hoşgörü… inadına…

Hoşgörü… inadına…

26.05.2012

Ferhat KENTEL/Taraf GAZETESİ

Bazen kabak tadı hissi uyanıyor insanın içinde. Nasıl bir toptan zehirlenme yaşadıysak, “herkes herşeyi herkesten daha iyi biliyor”, yani bildiğini zannediyor.

Uludere’de öldürülen 34 can özür ve biraz olsun saygı beklerken, “kaçakçılığın ölümü hak edebileceğini” düşünenler, başkalarına bulaşmaktan ödü kopan “cemaat” mantığı içinde ördükleri duvarların arkasından hep ne kadar “haklı” olduklarını anlatıyorlar… gayet soğuk bir biçimde…

Uç bir örnek belki ama, 15 mayısta Taraf’ta yer alan ve Neşe Düzel’in yaptığı röportajda 70’lerin İGD’sinin önde gelenlerinden Alaiddin Taş’ın anlattığı bir hikaye…

“12 Eylül’ün yani darbenin ayak sesleri geliyor ve birbirine yakın üç partinin TKP, TİP, TSİP gençlik örgütleri İGD, SGB ve Genç Öncü, darbeye karşı birlikte davranmak üzere biraraya geliyor. Hazırlanan bildiri, uzun tartışmalardan sonra “tahmin bile edemeyeceğimiz” bir noktada tıkanıyor: bildiride “mücadele” mi denecek, “savaşım” mı denecek? Çünkü “mücadele” bir grubu, “savaşım” öbürünü çağrıştırdığı için anlaşamıyorlar!

Durup, altını çizerek bir dakika düşünelim: “Darbe geliyor!” Yani önemli bir şeyler oluyor, değil mi? Peki ne yapıyor bu “en aklı başında” örgütler? Burunlarından kıl aldırmıyor… Çünkü kıskançlıkla korudukları örgütleri (cemaatleri), kimlikleri, kitlelerine vermeleri gereken “mesajları” ve“ilkeleri” var… Bunlar var ama daha da önemlisi, karşılarındaki insanlara zerre kadar “güvenleri” yok…

İşin kötüsü, haklılığını ispat etmek için “rasyonel” argümanlar arkasına saklanan bütün bu “fikir tartışması” görünümündeki itişmeler dehşet bir “kibir” ve “bilgiçlik”le kuşatılmışvaziyette…

Bu karşılaşmalarda “özür dilemenin” anlamı “aşağılanmak” olarak görülüyor; “hoşgörü” ise “aşağılamak”, sanki kendini “çocuk karşısında büyük” yerine koymak… Modernliğin bütün soğukluğunu taşıyan “tam teşekküllü aktörler”in, tanımlama, tanıma ve tanınma hastalığını tezahürleri olarak, ne özür diliyoruz, ne de hoş görüyoruz.

Kendi kendini yalanlayan akıl yürütmelerle dolu soğuk bir dil bu… “Neden ‘hoşgörü’ göstereyim; karşımdakini ‘tanıyorum’ ve onu kendini anlatma kapasitesine sahip bir aktör olarak kabul ediyor ve aşağılamıyorum!” diyen, ama onu “tanımlama” hakkını kendinde gören bir soğukluk bu. Hem “En iyiyi, en doğruyu ben biliyorum, ötekine güvenmiyorum” ve hem de “karşımdakini aşağılamıyorum” deyip,“hor gören” bir mantık…

Ve bu soğukluktan hiçbir “cemaat” vareste değil. “Korku”dan başka doğru dürüst dile getirdikleri bir şey olmayan, Ermenilerin çektikleri acılardan bahsedenlerin “kanında Ermenilik” arayan, başörtüsü özgürlüğünü savunanları “AKP’ci”, “Kürtleri duyun” diyenleri “PKK’lı” diye yaftalayan Türk milliyetçilerini ve Atatürkçüleri bir kenara bırakalım…

Ne liberaller, ne solcular, ne Kürt (ya da başka etnik) milliyetçiler, ne de muhafazakâr-İslamcılar… Bunların hepsinin içindeki farklı cemaatler de modernliğin keskinliklerinden, soğukluklarından, ikiye indirilmiş gerilimlerden dibine kadar nasiplenmiş durumdalar.

Dünya kadar adaletsizlikle canları yansa da, bırakın kafa karışıklığına, ara renklere bile tahammül edemiyorlar. Kendilerinde “hata” olamayacağı için, başkalarının da “hatasızlıkları” olabileceğini kabul edemiyorlar.

Bu yüzden “hoş görmüyorlar” ama “hor görüyorlar”

Ancak “cemaatleşmiş” bu “modern aktörlerin”, gözden kaçırdıkları bir şey var: hoşgörü sadece tek taraflı değildir; yani sadece başkasına tepeden bakarak “affetmek” anlamına gelmez; “hoş görmek”, “hoş görülmekle” birlikte iç içe gider. Yani hoş görmek, karşıdakinin hata yapabileceğini, onun bir fikrini en iyi şekilde anlatamamış olabileceğini kabul etmek ve “muhabbete” devam etme iradesini göstermektir. Aynı zamanda kendisinin de “hata yapabileceğini”, fikrini en iyi şekilde anlatamamış olabileceğini kabul etmek demektir.

Bunun ön koşulu ise cemaatin yarattığı sahte özgüvenden çıkıp, karşıdakine güvenmek; değişmekten korkmamaktır.

Tabii, bütün bunlar, “ilke”, “omurga” falan gibi “değişmezliğin” süslü laflarının arkasına saklananlar tarafından gülüp geçilecek sayıklamalar olarak görülebilir. Görsünler, bir lafım yok…

Ama her iki tarafta da “çok bilen takımlar” arasındaki mesela “1 Mayıs’ta kim suçlu ispat yarışması” sürerken…

Yakup Köse “Allah-u Ekber” dediği, Cihan Kırmızıgül “poşu” taktığı için hapislerde sürünmeye hazırlanıyorlar…

İş cinayetlerinde ölen insanların sayısını tutamaz hale geldik…


Ergene Ovası’nda zehir akmaya devam ediyor
 ve o topraklarda yetişen “kimyasal katkı maddeli” tarım ürünleri sofralarımıza boca ediliyor…


1864’te yaşadıkları soykırımı 21 Mayıs’ta anan Çerkesler
 bugün anadillerini giderek unutuyorlar.

Lütfen, “1 Mayıs’ı sorgulamayalım mı, geçmişimizle yüzleşemeyelim mi, devletin rolünü tartışmayalım mı?” falan demeyin… Tabii ki sorgulayın, bilakis… Ama orada ürettiğiniz “horgörüyle” aslında pekâlâ hepinizin derdi olan bu mevzular hakkında konuşabilecek haliniz kalıyor mu?

Ya da Yakup Köse’nin “Allah-u Ekber” demesinin modern siyaset terminolojisine uyup uymadığını; “iş cinayeti” yerine “iş kazası” demek gerekip gerekmediğini; Çerkeslerin yaşadığının “soykırım” mı “sürgün” mü olduğunu şehvetle tartışmayı mı tercih edeceksiniz?


Ya da biraz tevazu?

ferhatkentel@gmail.com

http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=8286&ferhat_kentel-hosgoru_inadina

Share Button